Years with Radio: My Private Life and Uninterrupted Accompaniment to Scientific Research Radyolu Yıllar Özel Yaşantım ve Bilimsel araştırmlarıma Aralıksız Eşlik Eden
Published by . This time, the author tackles a very different topic. Fluently, he recounts the cream of his life, a life spent across three continents reading, learning, pursuing an academic career, writing in various languages, and teaching others academically about the ancient history, cultures, and languages of his beloved country. While all the events appear to unfold during a period the author calls the "Tree Age," synonymous with primitiveness, accompanied by the radio, the only technical device that accompanied him practically his entire life, the "lie detector," they actually cover a vast time and place. For him, the radio is a fetish; for the Anatolian people, who, in the mid-20th century, were still shamelessly and unapologetically slumbering in the deep darkness of the Stone Age—or rather, lulled into sleep—their only window onto the modern age. But what a window! A propaganda tool that functions as a narcotic for busybodies who simply lull them to sleep! Memoirs are never confined to a narrow world. Nor is it a collection of memoirs in the classical sense. The author, centered on himself, recounts his experiences on three continents with a sincere, sometimes satirical language. Humanity and nature are as active and distinct as the author himself. However, it is difficult to precisely define the boundaries of scope, distance, and volume. Because a person lives side by side with the sun millions of kilometers away and the waiters who serve him only half a meter away. The mountains, rivers, fields, and vineyards of his native village, and the streets of his city, are all close by, but do Mount Ararat, the Kaçkar Mountains, the Alps, the Andes, the Rocky Mountains, and the Yellow Stone seem so far away? If the traveler or memoirist has been there, experienced them, breathed their air, they have entered their immediate environment, met them, and become a part of them. When the experiences one experiences in the spiritual world—in other words, the individualistic feelings that liberate events from anonymity—are added, the framework of the memoir expands considerably, extending into space and ceasing to be a classic "(auto)biography." Without any chronological order, each event or topic is narrated in its own chapter and can be read independently. It's important to emphasize that the writings presented here are by no means biography; however, they inevitably go far beyond mere memoirs, always centering on the author's experiences and observations. The individual, as the living and narrating person, is the subject, while everything else is the object. Indeed, everyone takes a different photograph. A farmhand bee may look exactly like its neighbors, performing the same tasks. The honeycomb and honey it produces are also the same. If there's the ability to think, that's what they share. But is that what human beings are like? A soldier committing a massacre on the battlefield or defending himself and his country, a student studying in a library, a young girl picking cotton in the field—all may seem to be doing the same thing from an outsider's perspective. Yes, it's true; everyone seems to be spending their lives tightening screws on rapidly rotating threads, like in a Charlie Chaplin film. Everyone knows the "living dead," as Oscar Wilde and George Orwell described them, shuttling between their shacks, scuffed with steam engines and completely unhygienic machines, all for the sake of a "well done" from their section chief and a small raise in their wages. But what matters is what they do mentally, what they do spiritually, the relationships they establish between their actions and their thoughts, what they perceive, what passes through their minds, and most crucially, how they look back on them later. Otherwise, what fool would bother to read the memoirs of billions of honeybees explaining how they produce honeycomb and honey, or of a worker constantly tightening a screwdriver? The question "Why doesn't everyone write?" might be answered by saying, "Why doesn't every farmhand make films à la Chaplin and poke fun at the screws they tighten?" The book's distinctive structure becomes clear at every step, page, and line. The author warns against expecting him to recount, under the guise of memoirs, the events that took place in the mansions, palaces, glass mansions, and extravagant private schools of high society, princes, noblemen, high-ranking military personnel, high-ranking bureaucrats, billionaires, and nouveau riche. For he has never been one for such things. What he describes is not a life steeped in misery, one that evokes the reader's pity.
tarafından basıldı. Yazar, bu kez de çok değişik bir konuya el atıyor. Akıcı bir dille, pek sevdiği ülkesinin eski tarihini, kültürlerini ve dillerini okuyarak, öğrenerek, akademik kariyer yaparak, çeşitli dillerde yazarak ve akademik düzeyde başkalarına öğreterek üç kıtada geçirdiği yaşam öyküsünün kalbur üstüne gelen kaymağını anlatıyor. Tüm olaylar, yazarın, ilkellikle eş anlamlı kullandığı ve „Ağaç Çağı“ dediği bir dönemde, aşağı yukarı tüm ömrüne eşlik eden tek teknik cihaz „yalan makinası“ radyo eşliğinde geçiyor gibi olsa da, gerçekten çok geniş bir zaman dilimini ve yeri kapsıyor. Onun için radyo bir fetiş; 20. yüz yılın ortalarında utanmadan, sıkılmadan hâlâ Taş Devri’nın derin karanlıklarında uyuyan, daha doğrusu uyutulan Anadolu halkının modern çağa açılan tek penceresi. Ama ne pencere! Düpedüz uyutan işgüzarlara narkotik işlev yapan propaganda aracı! Anılar asla daracık bir dünyaya sıkışıp kalmış değildir. Klasik anlamda bir anılar derlemesi ise hiç değildir. Yazar, kendisini merkeze alarak samimi bur dille ve yer yer hicivli bir dille üç kıtada yaşadıklarını anlatıyor. İnsan ve doğa en az yazarın kendisi kadar etken ve belirgindir. Kapsam, mesafe ve hacim çizgisiniyse kesin kes belirlemek zordur. Çünkü insan milyonlarca kilometre uzaktaki güneşle de, yarım metre mesafede kendisine hizmet eden garsonlarla da yanyana yaşar. Doğup büyüdüğü köyün dağları, ırmakları, tarlaları, bağ bahçeleri, yaşadığı kentin sokakları yakındır da Ağrı Dağı, Kaçkarlar, Alpler, Andlar, Rocky Mountains, Yellow Stone uzak mıdır sanki? Eğer gezgin ya da anıcı gidip görmüş, onları yaşamış, havasını ciğerlerine çekmişse, onların yakın çevresine girmiş ve onlarla tanışmış, onların bir parçası olmuştur demektir. Buna insanın ruh dünyasında yaşadıkları, yani olanları anomimlikten kurtaran bireyci duydukları da eklenince, anıların çerçevesi çok daha genişler, uzaya kadar taşar ve klasik bir “(oto)biyografi” olmaktan çıkar. Hiçbir suretle kronolojik zaman sıralaması yapılmadan her olay ya da konu kendi içinde bölüm bölüm anlatılmıştır ve birbirinden bağımsız olarak okunabilir. Önemle belirtilmelidir ki, burada sunulan yazılar katiyen bir biyografi değildir; ama ister istemez anıların çok ötesinde yazarın yaşadıklarını, gördüklerini hep merkezde tutar. Yaşayan ve anlatan kişi olarak birey özne, bunun dışında kalan her şey nesnedir. Öyle ya, herkesin çektiği fotoğraf farklıdır. Bir ırgat arı hemen yanı başındaki komşularına tıpatıp benzer, aynı işleri yapıyor olabilir. Yaptığı petek ve bal da aynıdır. Eğer düşünme yeteneği varsa bu da ortaktır. Ya insan öyle midir? Savaş alanında katliam yapan veya kendisini, memleketini savunan bir asker, bir kitaplıkta oturmuş ders çalışan bir öğrenci, tarlada pamuk toplayan genç bir kız dışardan bakılınca hep aynı şeyi yapıyormuş gibi gelebilir. Evet doğrudur, herkes Charlie Chaplin’in bir filmindeki gibi hızla dönen şeritlerde ömür boyu vida sıkıyormuş gibidir. Herkes Oscar Wilde ve George Orwell’in tanımladıkları ve sonuncusunun “yaşayan ölüler” dediği, bölüm şefinden bir “aferin” ve yevmiyesine birazcık zam kotarabilmek uğruna is pas içinde istimli makinalarla her türlü hijyenden yoksun barakaları arasında mekik dokuyan ırgatları iyi bilir. Ama zihnen ne yaptıkları, ruhen yaptıkları, yapmakta oldukları eylemlerle düşünceleri arasında kurdukları ilişkiler, algıladıkları, akıllarından geçenler ve en can alıcı olanı sonradan geriye dönüp onlara hangi gözle baktıkları önemlidir. Aksi hâlde petek ve balı nasıl ürettiğini anlatan milyarlarca bal arısının ya da durmadan tornavida sıkıştıran işçinin anılarını hangi ahmak okuma zahmetine katlanır ki? Niye herkes yazmıyor sorusuna, niye her ırgat Chaplin usulü film yapmıyor ve sıktığı vidalarla dalga geçmiyor şeklinde karşılık verilebilir. Kitabın diğerlerinden farklı yapısı adım başı, sayfa başı, hemen her satırda belirginleşiyor. Yazar, kendisinden anılar adı altında yüksek sosyeteye, prenslere, asilzadelere, yüksek rütbeli asker, politikada tavana vurmuş bürokratlar, milyarderlere veya sonradan görmelere, yeni zenginlere özgü konaklarda, saraylarda, sırçalı köşklerde, tumturaklı özel okullarda yaşanmış olayları anlatmasının beklenmemesini ikaz ediyor. Zira böylesi iplerde bezi olmamıştır. Anlattıkları, sefalete gömülmüş, okuyucuyu acındıran bir yaşam hiç değildir.
Published by . This time, the author tackles a very different topic. Fluently, he recounts the cream of his life, a life spent across three continents reading, learning, pursuing an academic career, writing in various languages, and teaching others academically about the ancient history, cultures, and languages of his beloved country. While all the events appear to unfold during a period the author calls the "Tree Age," synonymous with primitiveness, accompanied by the radio, the only technical device that accompanied him practically his entire life, the "lie detector," they actually cover a vast time and place. For him, the radio is a fetish; for the Anatolian people, who, in the mid-20th century, were still shamelessly and unapologetically slumbering in the deep darkness of the Stone Age—or rather, lulled into sleep—their only window onto the modern age. But what a window! A propaganda tool that functions as a narcotic for busybodies who simply lull them to sleep! Memoirs are never confined to a narrow world. Nor is it a collection of memoirs in the classical sense. The author, centered on himself, recounts his experiences on three continents with a sincere, sometimes satirical language. Humanity and nature are as active and distinct as the author himself. However, it is difficult to precisely define the boundaries of scope, distance, and volume. Because a person lives side by side with the sun millions of kilometers away and the waiters who serve him only half a meter away. The mountains, rivers, fields, and vineyards of his native village, and the streets of his city, are all close by, but do Mount Ararat, the Kaçkar Mountains, the Alps, the Andes, the Rocky Mountains, and the Yellow Stone seem so far away? If the traveler or memoirist has been there, experienced them, breathed their air, they have entered their immediate environment, met them, and become a part of them. When the experiences one experiences in the spiritual world—in other words, the individualistic feelings that liberate events from anonymity—are added, the framework of the memoir expands considerably, extending into space and ceasing to be a classic "(auto)biography." Without any chronological order, each event or topic is narrated in its own chapter and can be read independently. It's important to emphasize that the writings presented here are by no means biography; however, they inevitably go far beyond mere memoirs, always centering on the author's experiences and observations. The individual, as the living and narrating person, is the subject, while everything else is the object. Indeed, everyone takes a different photograph. A farmhand bee may look exactly like its neighbors, performing the same tasks. The honeycomb and honey it produces are also the same. If there's the ability to think, that's what they share. But is that what human beings are like? A soldier committing a massacre on the battlefield or defending himself and his country, a student studying in a library, a young girl picking cotton in the field—all may seem to be doing the same thing from an outsider's perspective. Yes, it's true; everyone seems to be spending their lives tightening screws on rapidly rotating threads, like in a Charlie Chaplin film. Everyone knows the "living dead," as Oscar Wilde and George Orwell described them, shuttling between their shacks, scuffed with steam engines and completely unhygienic machines, all for the sake of a "well done" from their section chief and a small raise in their wages. But what matters is what they do mentally, what they do spiritually, the relationships they establish between their actions and their thoughts, what they perceive, what passes through their minds, and most crucially, how they look back on them later. Otherwise, what fool would bother to read the memoirs of billions of honeybees explaining how they produce honeycomb and honey, or of a worker constantly tightening a screwdriver? The question "Why doesn't everyone write?" might be answered by saying, "Why doesn't every farmhand make films à la Chaplin and poke fun at the screws they tighten?" The book's distinctive structure becomes clear at every step, page, and line. The author warns against expecting him to recount, under the guise of memoirs, the events that took place in the mansions, palaces, glass mansions, and extravagant private schools of high society, princes, noblemen, high-ranking military personnel, high-ranking bureaucrats, billionaires, and nouveau riche. For he has never been one for such things. What he describes is not a life steeped in misery, one that evokes the reader's pity.
tarafından basıldı. Yazar, bu kez de çok değişik bir konuya el atıyor. Akıcı bir dille, pek sevdiği ülkesinin eski tarihini, kültürlerini ve dillerini okuyarak, öğrenerek, akademik kariyer yaparak, çeşitli dillerde yazarak ve akademik düzeyde başkalarına öğreterek üç kıtada geçirdiği yaşam öyküsünün kalbur üstüne gelen kaymağını anlatıyor. Tüm olaylar, yazarın, ilkellikle eş anlamlı kullandığı ve „Ağaç Çağı“ dediği bir dönemde, aşağı yukarı tüm ömrüne eşlik eden tek teknik cihaz „yalan makinası“ radyo eşliğinde geçiyor gibi olsa da, gerçekten çok geniş bir zaman dilimini ve yeri kapsıyor. Onun için radyo bir fetiş; 20. yüz yılın ortalarında utanmadan, sıkılmadan hâlâ Taş Devri’nın derin karanlıklarında uyuyan, daha doğrusu uyutulan Anadolu halkının modern çağa açılan tek penceresi. Ama ne pencere! Düpedüz uyutan işgüzarlara narkotik işlev yapan propaganda aracı! Anılar asla daracık bir dünyaya sıkışıp kalmış değildir. Klasik anlamda bir anılar derlemesi ise hiç değildir. Yazar, kendisini merkeze alarak samimi bur dille ve yer yer hicivli bir dille üç kıtada yaşadıklarını anlatıyor. İnsan ve doğa en az yazarın kendisi kadar etken ve belirgindir. Kapsam, mesafe ve hacim çizgisiniyse kesin kes belirlemek zordur. Çünkü insan milyonlarca kilometre uzaktaki güneşle de, yarım metre mesafede kendisine hizmet eden garsonlarla da yanyana yaşar. Doğup büyüdüğü köyün dağları, ırmakları, tarlaları, bağ bahçeleri, yaşadığı kentin sokakları yakındır da Ağrı Dağı, Kaçkarlar, Alpler, Andlar, Rocky Mountains, Yellow Stone uzak mıdır sanki? Eğer gezgin ya da anıcı gidip görmüş, onları yaşamış, havasını ciğerlerine çekmişse, onların yakın çevresine girmiş ve onlarla tanışmış, onların bir parçası olmuştur demektir. Buna insanın ruh dünyasında yaşadıkları, yani olanları anomimlikten kurtaran bireyci duydukları da eklenince, anıların çerçevesi çok daha genişler, uzaya kadar taşar ve klasik bir “(oto)biyografi” olmaktan çıkar. Hiçbir suretle kronolojik zaman sıralaması yapılmadan her olay ya da konu kendi içinde bölüm bölüm anlatılmıştır ve birbirinden bağımsız olarak okunabilir. Önemle belirtilmelidir ki, burada sunulan yazılar katiyen bir biyografi değildir; ama ister istemez anıların çok ötesinde yazarın yaşadıklarını, gördüklerini hep merkezde tutar. Yaşayan ve anlatan kişi olarak birey özne, bunun dışında kalan her şey nesnedir. Öyle ya, herkesin çektiği fotoğraf farklıdır. Bir ırgat arı hemen yanı başındaki komşularına tıpatıp benzer, aynı işleri yapıyor olabilir. Yaptığı petek ve bal da aynıdır. Eğer düşünme yeteneği varsa bu da ortaktır. Ya insan öyle midir? Savaş alanında katliam yapan veya kendisini, memleketini savunan bir asker, bir kitaplıkta oturmuş ders çalışan bir öğrenci, tarlada pamuk toplayan genç bir kız dışardan bakılınca hep aynı şeyi yapıyormuş gibi gelebilir. Evet doğrudur, herkes Charlie Chaplin’in bir filmindeki gibi hızla dönen şeritlerde ömür boyu vida sıkıyormuş gibidir. Herkes Oscar Wilde ve George Orwell’in tanımladıkları ve sonuncusunun “yaşayan ölüler” dediği, bölüm şefinden bir “aferin” ve yevmiyesine birazcık zam kotarabilmek uğruna is pas içinde istimli makinalarla her türlü hijyenden yoksun barakaları arasında mekik dokuyan ırgatları iyi bilir. Ama zihnen ne yaptıkları, ruhen yaptıkları, yapmakta oldukları eylemlerle düşünceleri arasında kurdukları ilişkiler, algıladıkları, akıllarından geçenler ve en can alıcı olanı sonradan geriye dönüp onlara hangi gözle baktıkları önemlidir. Aksi hâlde petek ve balı nasıl ürettiğini anlatan milyarlarca bal arısının ya da durmadan tornavida sıkıştıran işçinin anılarını hangi ahmak okuma zahmetine katlanır ki? Niye herkes yazmıyor sorusuna, niye her ırgat Chaplin usulü film yapmıyor ve sıktığı vidalarla dalga geçmiyor şeklinde karşılık verilebilir. Kitabın diğerlerinden farklı yapısı adım başı, sayfa başı, hemen her satırda belirginleşiyor. Yazar, kendisinden anılar adı altında yüksek sosyeteye, prenslere, asilzadelere, yüksek rütbeli asker, politikada tavana vurmuş bürokratlar, milyarderlere veya sonradan görmelere, yeni zenginlere özgü konaklarda, saraylarda, sırçalı köşklerde, tumturaklı özel okullarda yaşanmış olayları anlatmasının beklenmemesini ikaz ediyor. Zira böylesi iplerde bezi olmamıştır. Anlattıkları, sefalete gömülmüş, okuyucuyu acındıran bir yaşam hiç değildir.